Kyoto’dan Tokyo’ya gece 10 civarı ulaştım. İnternette Japanican.com’dan bulduğum otelim Tokyo’nun iki büyük istasyonundan biri olan Ueno İstasyonu yakınlarındaydı. Tren istasyonundan çıktıktan sonra elimde valizle ortalıkta adres aradım. Sokakların başına geliyor, sokak ismine bakıyor, aradığım sokağın o olmadığını anlayınca yola devam ediyordum. Bu vesile ile Tokyo’daki adres ve numaralandırma sisteminin bizdekinden değişik olduğunu da öğrenmiş oldum. Neyse ki istasyona yakın bir köşede bulunan dev haritayı gördüm ve bu sayede oteli buldum. New Touhoku adındaki bu otele altı gece için yaklaşık 600TL ödedim. Otel eski ve odaları küçüktü, Japonya standartlarına uygun olarak temizdi ve internet erişimim vardı. Resepsiyonda kimi zaman cana yakın bir yaşlı kadın kimi zaman sakin ve sessiz yaşlı bir adam oluyordu.
Odama yerleştikten sonra dışarı çıkıp turladım. Tokyo’nun bol ışıklı ve hareketli geceleri ile bu şekilde tanışmış oldum. Lokantalar, meyhaneler, kafeler, masaj salonları, oyun salonları, küçük marketler hala açıktı. Otele dönerken ana caddenin kenarına yerleşmiş bir seyyar satıcının ramen sattığını gördüm. Satıcı 70 yaşlarında görünen bir adamdı. Ani bir kararla yanaşıp bir ramen istedim. Adam, usta hareketlerle iri bir çanağa haşlanmış makarna, et suyu ve bir takım sebzeler koydu. Haşlanmış bir yumurtayı ve ne olduğunu anlamadığım ete benzer bir yiyeceği de içine doğradı. Bir porselen kaşık ve çubuklarla elime tutuşturdu. Seyyar arabanın hemen yanına kurduğu portatif bir masaya oturarak rameni yedim. Hayatımda yediğim en lezzetli ramendi.
Ertesi gün en yakındaki hedef olan Ueno Parkı’na yöneldim. Japonca öğrendiğim dönemde kitabımızda sık sık adı geçen bu parkı görmek nihayet nasip olacaktı.
Ueno Parkında ve çevresinde Tokyo Ulusal Müzesi, Doğu (Orient) Müzesi, Ulusal Bilim Müzesi, Ulusal Batı Sanatları Müzesi ve Tokyo Güzel Sanatlar Müzesi var. Parkta küçük bir hayvanat bahçesi de var.
Ueno parkında Shinobazu isimli büyük bir havuzda yabani bitkiler ve yabani kuşlar vardı. Şehrin ortasında böyle bir oluşum bana hayli ilginç geldi. Yine havuzun içindeki bir adada yer alan Benten tapınağını da ziyaret ettim. Havuz kenarındaki bir kafeye gidip sabah kahvaltısı olarak karides aldım, üstüne bir kahve içtim. Havuzun kenarında dolaşmaya çıktım.
Bir ara dalgın dalgın ördekleri seyrederken, yanımda ufak, 70 yaşlarında, hava serin olmasına rağmen üzerinde sadece fanila olan bir Japon belirdi ve benimle İngilizce konuşmaya başladı.
Bu adam bana hiçbir şey sormadı. Doğrudan anlatmaya başladı. İkinci dünya savaşı sonrasını anlattı. Nasıl yokluk çektiklerini, nasıl yiyecek sıkıntısı olduğunu anlattı. Pirinç, turp ve bazı otlarla karın doyurduklarını, meyve sıkıntısı çektiklerini, zaten bugün bilinen pek çok meyveyi o zaman tanımadıklarını anlattı. Japon portakalından bahsetti. Küçüktür, tadı da çok güzel değildir ama biz başka portakal bilmezdik dedi. Ama yine de değişik bir tadı vardır, bulursan yemelisin dedi. Eskiden insanların daha nazik olduğunu, modernleşmenin insanları kabalaştırdığını söyledi. Eskiden lokantalarda garson olarak kimonolu kadınların çalıştığını, son derece zarif bir şekilde servis yaptıklarını, artık öyle garsonların kalmadığını anlattı.
Japonlarla iletişimin zor olduğunu, Japonların utangaç insanlar olduğunu söyledi. Yine de Japonlarla iletişim kurmaktan vazgeçmememi, iyi insanlar olduğunu söyledi. Birazcık Japonya’daki yabancıları çekiştirdi, Roppongi’de yabancıların gittiği kafe ve barlar olduğunu, yabancıların buralara giderek birbirlerine yapıştıklarını (They are sticking together) ve Japonya’dan hiçbir şey anlamadıklarını söyledi. Nasıl iletişim kurmam gerektiğinden bahsetti. Öncelikle, birkaç kelime Japonca öğrenmem gerektiğini, örneğin konnichiwa diyerek lafa başlamamın sonra İngilizce konuşsam da işleri kolaylaştıracağını söyledi. İngilizce konuşmaya en çok gençlerin meraklı olduğunu, onun için iletişim kurmak için gençleri tercih etmemi önerdi. Sonra monologun seyri değişti, adam bana zamparalık öğütleri vermeye başladı. Yabancıların olmadığı Japon lokantalarına gitmemi, oralardaki garson kızlarla muhabbet etmeye çalışmamı, hatta bazılarını baştan çıkarmam ihtimali olduğunu da ekledi. Turistler hep Japon sanatı ile ilgili müzelere gidermiş, oysa Japonlar Modern Sanatlar Müzesi’ne gidermiş, o müzeye gidersem, aralarda koltuklarda oturup dinlenen çok sayıda yalnız Japon kadın görecekmişim. Gidip onlardan bir tanesinin yanına oturup, konnichiwa diye lafa girip İngilizce birkaç soru soracakmışım. Kim bilir, belki bu sohbet ilerler ve aramızda bir ilişki kurulabilirmiş. Eğer bir tanesinden ilgi görmezsem, ikinciyi, üçüncüyü deneyecekmişim. Bu aşamada adam biraz durdu, düşündü ve boş ver, Japon kadınlarını bunları baştan çıkarmak zordur, sen en iyisi Tayland’a git dedi.
Ameyoko
Ueno İstasyonu’nun hemen yanında yer alan bu pazarda çok çeşitli dükkanlar ve lokantalar var. Japonya, ekonomisi çok gelişmiş bir ülke ve doğal olarak çok katlı mağazalar, marketler, modern alışveriş merkezleri var. Öte yandan, uzun süredir değişmediği hissini veren daha geleneksel dükkanlara rastlamak da son derece normal. Bu Pazar aslında şekerlemeciler pazarıymış, hala da birkaç şekerlemeci dükkanı var. Pazardaki dükkanlardan kimisi yiyecek maddeleri, kimisi giyecek, kimisi hediyelik eşya ve kimisi elektronik satıyordu. Buralar geleneksel bir Japon pazarının havasını taşıyor ve gezmek keyifli. Fiyatlar makul ve çok güzel hediyelik eşyalar var.
Yan sokaklarda ise lokantalar, oyun salonları, masaj salonları ve bir de çok katlı sex shop vardı. Acaba Japonya’da sex shop nasıl olur diye merak ettim doğal olarak. Kasada uzun saçlı bir gay oturuyordu ve dükkana girip çıkanla çok ilgili görünmüyordu. Zemin katta vibratör, yapay penis ve yapay vajinalar vardı. Dükkanda gezenler içinde tek başına veya iki kişi olarak gezen kadınlar ve erkek-kadın çiftler de vardı, bu bakımdan bir Avrupa ülkesi kadar rahat görünüyorlar. Altı katlı bu mağazada teker teker her bir katta ne var hatırlayamıyorum, ama en üst katta CD ve dergilerin olduğunu, şişme bebek bölümünde Japonlardan beklendiği gibi gelişmiş modeller bulunduğunu hatırlıyorum. Bir kat tümü ile fantezi giysilere ayrılmıştı, burada deri çizme ve kırbaçtan hemşire veya polis üniformasına kadar çeşitli modeller mevcuttu ama ezici çoğunlukla raflar liseli kız üniformaları ile doluydu.
Akihabara
Tokyo’da bir semt. Dünyanın elektronik merkezi diye bilinir. Büyük bir gaflet içinde burayı gezmek için üç saat ayırmıştım. Metro istasyonundan indiğimde hemen meşhur Yodobashi alışveriş merkezini gördüm. İçeri girdiğimde her biri kapalı spor salonu genişliğinde altı kattan oluşan dev bir mağazanın içinde olduğumu anladım. Cep telefonu, USB bellek, monitör, fotoğraf makinası, oyuncak, yazıcı ve aklınıza gelen gelmeyen her türlü elektronik alet bu mağazada departmanlar halinde yerleştirilmişti. Dünyada bu kadar çok tür fare (mouse) olduğunu bu mağazayı ziyaret edene kadar bilmiyordum. Mağazanın içinde gezerken Akihabara için ayırdığım üç saat doldu.
Ertesi gün tekrar Akihabara’ya gittim. Sokaklarda dolaşıp küçük dükkanlara baktım. Oyun satanından robot yapmak için devreler satanına kadar envayi çeşit dükkanla karşılaştım. Birkaç saat ayırmama rağmen tüm sokakları gezemedim. Elektronik meraklısı bir insan bu semtte bir ay geçirebilir diye tahmin ediyorum.