Japon Mutfağı, dünyaca meşhur mutfaklardan birisi. Ana hatlarıyla Çin mutfağını andırıyor. Bol deniz ürünü, pirinç, sulu olarak yenen makarna-erişte türevleri mutfağa egemen unsurlar. Öte yandan, yenebilecek her şey bu mutfağa girebiliyor. Yemeklerde tatlı-tuzlu-acı ve ekşinin bir arada kullanımı yaygın. Acılar hafif acı, ekşi için sirke kullanımı yaygın. Yemeklerin çoğu hafif tatlı, tatlılar ise az şekerli ve hafif. Seyyar satıcılar çok yaygın. Küçük yerleşim merkezlerinde ve turistik bölgelerde arabalı seyyar satıcılar ve büfe tarzı küçük yiyecek satıcıları çok sayıda. Bu satıcılarda ızgaralardan tatlılara kadar çeşitli yiyecekler bulunuyor. Yemeklerin estetik görünümüne çok özen gösteriliyor. Yiyecekleri tabağı tıka basa doldurmadan estetik bir şekilde yerleştiriyorlar ve kırmızı ve yeşil renkleri kullanmayı çok seviyorlar. Yemek estetiği yönünden Japon Mutfağı bir ekol ve pek çok modern şefi de etkilemiş olan bir mutfak.
Sabah kahvaltılarında alıştığımız yiyeceklerden pek yok. Zeytin ve peynir Japonya’da pek az biliniyor, hatta hiç zeytin görmedim. Pirinç ve tuzlanmış balık yanı sıra yosun çorbası gibi çeşitli çorbalar içilebiliyor. Ekmek çok az yerde var ve çoğu yemekte yemeğin yanına pilav yeniyor. Bu pilav iri taneli, birbirine yapışan pirinç tanelerinden oluşuyor ve yağsız. Bu sayede çubukla yenebiliyor. Pilavın tadı oldukça düz, biraz nişasta tadı geliyor ve hafif tatlı bir his veriyor. Çoğu lokantada pilav bir çanak içinde yemeğin yanında servis ediliyor ve pilavınız bitince lokantanın ortasında veya bir köşesinde kurulmuş olan elektrikli pilav makinesinden istediğiniz kadar pilav alabiliyorsunuz. Japon lokantalarının çoğunda çatal bulunmuyor. Servis sırasında çubuk ve eğer sulu bir şey yiyecekseniz porselen bir kaşık veriyorlar. Bundan dolayı eğer Japonya’ya gidecekseniz, çubukla yeme alıştırmaları yapmanızda fayda var. Çubukla yemenin çok iyi bir tarafı var, benim gibi sizin de eliniz alışık değilse bir süre sonra elinize bir ağrı giriyor ve böylece fazla yemek yememiş oluyorsunuz. Çorba türü yiyecekleri kaşıkla içmek gerekiyor, ancak içinde taneler varsa, örneğin ramen yerken hem çubuk hem kaşık kullanmak durumundasınız. Genel olarak çok sağlıklı bir mutfak, zaten sokakta yürüyen Japonların büyük çoğunluğunun zayıf veya orta kiloda olması, kadınların cildinin güzelliği ve 100 yaşını geçen çok sayıda insan bu durumun göstergeleri.
Tabi Japonya denince sushiden bahsetmeden geçmek olmaz. Herhalde en çok özleyeceğim yiyecektir. Dünyanın herhangi bir yerinde yediğiniz sushi Japonya’dakinin yerini tutmaz. Ne fark var derseniz, Japonya’da yurtdışındaki bir Japon lokantasında olduğu gibi sushi, tempura, sashimi, ramen ve balık ızgarayı aynı lokantada yiyemezsiniz. Hatta kimi zaman bir lokanta sadece fugu balığı pişiriyor olabilir. Bir sushi lokantasında da sadece sushi, belki bir-iki ek yiyecek olur. Usta, ömrünün son on yılını sadece sushi yaparak geçirmiştir ve balığı kesmesi, pirinci top top etmesi seyrine doyum olmayan bir sanattır. Sabah balık haline gidilip en taze ve lezzetli balıklar seçilir. Japonya’da en kaliteli balık sushi yapımında kullanılır. Önünüze gelen sushi ya sizin siparişiniz üzerine yapılıp otuz saniye içinde önünüze gelmiştir, ya da en fazla onbeş dakika önce yapılmıştır. Wasabi kalitesi yüksektir, yanına verilen sos ve turşular şiir gibidir ve en ilginci, cüzdanınızı boşaltmadan karnınızı doyurabilirsiniz. Gelmeden önceki akşam veda yemeği için gittiğim sushicide çatlayana kadar yiyip 30TL kadar bir para ödemiştim. Ortalama bir sushi lokantasında 10-20 çeşit balık sushisi ve diğer deniz ürünleri ile bazı sebzelerden yapılmış sushiler bulunur.
Japon mutfağını şekillendiren ana unsur Japonya’daki yaşam koşulları. Eski zamanlardan beri çoğu dağlık ve ormanlık olan adanın üzerinde kalabalık bir nüfus yaşamış ve az miktardaki verimli toprakta yoğun işçilik isteyen ama yüksek verimli pirinç gibi tarım ürünleri tercih edilmiş. Pirinç dışında meyvecilik sebzecilik de yapılıyor. Şalgam türü kök bitkileri çok tüketiliyor. Toprak azlığı ve çevredeki zengin okyanus nedeniyle ilgileri denize yönelmiş. Balık dışında kabuklular, yumuşakçalar ve yosun da çok tüketiliyor. Kırmızı et tüketimi ise az, fiyatları yüksek, zira mera olarak kullanılabilecek alanlar az. Yine de bir Japon tuhaflığı olarak Kobe bifteği denilen meşhur bir biftekleri var. Klasik müzik dinletilen, bira içirilen ve düzenli olarak masaj yapılan bu sığırların bifteği yumuşak olması ile meşhur ve çok yüksek fiyatlara alıcı buluyor. Japonya’ya meyve sebze ithalatı çok kısıtlı ve hükümet iznine bağlı. Japonya’da zor koşullarda tarım yapıldığı için ithal edilen ucuz meyve sebzenin yerli üretimi yok etmesinden korkuluyor. Tarım ürünlerinde dışa bağlı olma konusunda çok temkinli davranan hükümet, ancak üretimin kuraklık ve benzeri nedenlerle sekteye uğradığı yıllarda dışalıma izin veriyor. Bu nedenle sebze ve meyve pahalı. O kadar ki, düğün hediyesi olarak kavun götürülmesi çok olağan.
Lokanta vitrinlerine yapma yiyecekler konulması çok yaygın. Bu yiyecekler genellikle aslına şaşılacak derecede benziyor. Bu iş bir endüstri haline gelmiş ve Tokyo’do yapma yiyecekler satan ve özel siparişle üreten dükkanların olduğu bir bölge varmış. Vakit bulup da bu dükkanları göremedim, artık bir daha sefere. Bu vitrinlerin iyi yönü, lokantada neler olduğunu hemen görebilmeniz, diğer iyi bir yönü de ismini bilmediğiniz yemekleri parmakla işaret ederek gösterebilmeniz.
Tabii ki Japonya’da yabancı mutfaklar da var. En sık göze çarpanları Amerikan tarzı fast food lokantaları ve İtalyan lokantaları. Çin, Tay, Kore lokantalarına da sık sık rastlanıyor. Tüm metropollerde olduğu gibi Tokyo’da da hemen her çeşit lokanta bulmak mümkün. Dönerci de rahatlıkla bulunabiliyor. Bu dönercilerin bazılarını Türkler, bazılarını Araplar işletiyor.
Lokantaların çoğunluğunda fiyatlar gayet makul. İstanbul’la kıyaslandığında daha ucuz diyebilirim. Küçük lokantalar, büfeler, seyyar satıcılarda 5-10 liraya karın doyurmak mümkün. Lokantaların çoğunda set menüler bulunuyor ve makul bir fiyata üç-dört çeşit yemek yiyebiliyorsunuz.
Bir Akdenizli için Japon yemekleri çok uygun değil ama değişik zevklere açıksanız kolayca uyum sağlanabilecek bir mutfak. Bizim damak tadımıza en uygun yiyecekler balık ızgaralar, sonu yaki ile biten çeşitli ızgaralar, ramen, udon benzeri makarna-erişte çorbaları ve tatlılar. Ancak çoğu yemekte şeker olması bir süre sonra baygınlık hissi veriyor ve benim onuncu günümde bu his oluştu. Canım şöyle güzel bir ekmek arası peynir istedi. Bir markete gittim, hamur işleri bölümünde naylon poşet içinde küçük bir francala buldum. Sonra peynir aradım ama bulamadım. Rastladığım bir görevliye peynir olup olmadığını sordum;
-Chiizu ga arimasu ka? (Peynir var mı? Japonya’da eskiden peynir olmadığı için İngilizce cheese’den türeme çiizu şeklinde telaffuz edilen bir kelime kullanılıyor)
-Eigo o hanashimasen (İngilizce konuşamıyorum)
-Nihongo o hanashite kudasai (Japonca konuşun lütfen)
-Eee… Sumimasen (eee.. pardon)
(Buna benzer bir diyalog Japonca kitabımızda da vardı ve bunun bir abartı olduğunu düşünmüştüm. İnanır mısınız, aynı diyalogu 12 günde beş kez yaşadım).
Adam pardon dedikten sonra beni peynir bölümüne götürdü. Sadece iki çeşit peynir vardı, Hollandalıların taze kaşar benzeri peynirlerinden, bir de bizim üçgen eritme peynirlerinin kare şeklinde olanı. Bir paket eritme peyniri aldıktan sonra mutlulukla otel odama gittim. Odamda heyecanla ekmeği aldım, poşetini yırttım ve beni bir sürpriz bekliyordu. Ekmek ortasından kesilmişti ve içine tatlı bir krema sürülmüştü. Hayal kırıklığı ile ekmeği bir kenara bıraktım. Sonra kendimi toparladım, önce ekmeğin kremalarını bir çay kaşığı ile sıyırıp yedim ve ekmeği nispeten kremasız bir hale getirdim. Sonra ekmeğin arasına peynirleri yerleştirip zevkle yedim. Üstüne bir de meşrubat otomatından aldığım sıcak kahveyi içtim ki keyfimi sormayın artık.
Okunuşu özellik gösteren ifadelerin Türkçe okunuşları parantez içinde gösterilmiştir. Ayrıca Japonca yazı stilleri ve Japonca Latin harfleri ile yazıldığında okunuş kuralları ile ilgili olarak Japon yazısı sayfasını ziyaret ediniz.
Japonya değişik bir ülke. Asya’da veya Batı’da yer alan herhangi bir ülkeden farklı. Kendi ruhu ve usulleri var.
Japonları iki kelimeyle tarif etmek gerekse içedönük ve nazik derdim. Bir Japon’la iletişim kurmak isterseniz kuracaktır, ancak bir ilişki kurmak çok zor. Kibar bir şekilde sorunuzu yanıtlayacak, istediğiniz yapacak ve uzaklaşacaktır.
Bir dükkana girdiğinizde bir Japon hızlı adımlarla ve gülümseyerek yanınıza gelip hoş geldiniz der. Alışveriş edip etmemenizin bir önemi yok, her zaman ilgili ve kibardır. Soru sorunca anlamaya ve yanıtlamaya çalışır. Bir yer sorduğunuzda tarif etmek için kendini parçalar, kimi zaman sizi alıp oraya götürür. Yine de bu klasik yardımseverlik halinin değişmekte olduğunu gösteren bir örnek yaşadım. Tokyo’da kalabalık bir metro durağında bir 60 yaşlarında Amerikalı bir turist çaresiz şekilde gelip geçen Japonlara belli bir yere gitmek için hangi çıkışa doğru gitmesi gerektiğini soruyordu, fakat kimse durup da adamla ilgilenmedi. Adam bir süre sonra bana yardım edecek kimse yok mu diye bağırmaya başladı (bu aşamada Japonya’da size sahiden kimsenin yardım etmeyeceğini düşünüyorum). Adama yaklaşıp ben yardımcı oldum.
İngilizce ancak büyük şehirlerde ve turistik bölgelerde işe yarıyor. Japonların çoğu konuşulan İngilizceyi anlamakta ve İngilizce konuşmakta büyük sıkıntı çekiyor. Büyük şehirler ve turistik yerler dışında İngilizce veya Latin harfleri ile yazılmış yazı bulmak da zor. Japonca konuşunca kimi zaman durumu algılayamayıp İngilizce bilmediklerini söylüyorlar. Söyledikleri Japonca ifadeleri anlamayınca yavaş yavaş konuşmak yerine çoğu zaman sanki az zamanda çok şeyi anlatmak istercesine hızlı hızlı konuşmaya başlıyorlar.
Japonların özel hayatlarında kalabalık arkadaş grupları oluşturma eğilimi zayıf. Sarmaş dolaş olmak, öpüşmek, herkesin içinde duygusal yakınlık göstermek neredeyse rastlanmayan olaylar. Aile üyeleri arasında bile belli bir resmiyet var. Her koşulda birbirlerine karşı nazik ve saygılılar. Kadınlar erkeklere karşı ölçülü. Erkek egemen bir toplum olduğu hemen belli oluyor.
Temizlik her zaman ön planda geliyor. Sigara içmek değil, izmaritini yere atmak ayıp. İnsanlar beden temizliklerine son derece dikkat ediyorlar. Gece saat bir civarı balık istifi bir metro vagonunun içinde bile bir koku yok (sadece alkol kokusu alabiliyorsunuz). Parfüm kullanımı da son derece ölçülü. İnsanların kıyafetleri her zaman temiz, ütülü. Kadınlar sade giyinmeyi seviyor, ama lise-üniversite çağlarında marjinal giyimler sık. Mini etek yaygın, üst dekolte ise nadir. Erkeklerde, özellikle çalışan erkeklerde takım elbise bir salgın halinde ve baygınlık verecek kadar çok takım elbiseli adam görüyorsunuz.
Japon kadınları güzel ve zarif, ancak kum saati gibi vücutlar, iri meme ve çıkık kalçalar görmek imkansız gibi. Japonya’da iri memeli kadınların oyuncu veya manken oldukları, o da olmadı cinsel servis sektöründe çalıştıkları söyleniyor. Kadınların yaşlarını anlamak çok kolay değil, sanki 15-45 yaş arasında aynı görünüyorlar gibi. Genç kuşakta boylar uzamış, uzun boylu uzun bacaklı kızlar az değil. Güzel ve uyumlu giyiniyorlar ve giyime para harcıyorlar.
Metrolarda sohbet eden veya çevresine bakınan Japon görmek zor. Ya uyukluyorlar, ya da ellerindeki bir şeyle ilgileniyorlar. Orta-yaşlı kuşakta gazete, manga, roman okumak, gençlerde ise cep telefonu ve çeşitli mobil bilgisayarlarla uğraşmak yaygın. Genç kızlar daha çok chat yapıyor veya internette geziniyor, genç erkekler ise daha çok oyun oynuyor.
Japonya’ya özgü bir çılgınlık da oyun salonları (pachinko parlor). Hemen her sokakta bir oyun salonu var. Bunlardan bazıları 5-6 katlı. Salonların içinde yüzlerce oyun makinesi yan yana dizili ve içerde yüzlerce kişi oyun oynuyor. Makinelerden çıkan sesler birbirine karışıyor, içeride korkunç bir uğultu ve gürültü var. Bu oyun salonlarının müşterilerinin çoğu genç erkekler ama her yaştan ve her cinsiyetten insan görmek mümkün. Japonya’da 15000 civarında oyun salonu var. Bu salonların müdavimi 17 milyon Japon vatandaşı ve sektörde 330 bin çalışan var. Oyun salonları yılda 350 milyar dolar ciro yapıyor.
Japon çocukları çok sevimli. Ergenlik öncesi çocuklar yaşlarına göre çok olgun davranıyor. Ergenlerde biraz çılgınlık var ama bu hiçbir zaman başkalarını rahatsız edecek ölçülere varmıyor.
Japonlar sakin insanlar. Kızgın birini veya kavga eden insanlar görmek çok zor. Mutlu insanlar oldukları konusunda ise tereddütlerim var.
Japonca’da üç ayrı alfabe kullanılır. Kanji Çinlilerden alınmadır ve resmi olarak 2928, gerçekte daha çok karakter içerir. Bir tür resim yazısıdır. Aynı kanjinin birden fazla okunuş şekli olabilir.
İkinci ve üçüncü alfabeler hiragana ve katakana isimlerini alır. Bunlar fonetik bir alfabelerdir ve 46’şar harften oluşurlar. Bu harflerin kombinasyonu ve bazı işaretlerin yardımıyla her alfabe ile yüzün üstünde değişik ses ve hece oluşturulur. Hiragana, Japonca-Çince kökenli kelimeleri yazarken, katakana batı dillerinden gelen kelimeleri yazarken kullanılır. Katakana bazen vurgulanmak istenen ifadeler için de kullanılabilir. Bu yazılar eskiden yukarıdan aşağıya yazılırken günümüzde genellikle soldan sağa yazılır.
Japonca, Latin harfleri ile de yazılır. Japonlar bu harflere rōmaji (roomaci, roma harfleri) derler. Size garip gelecek ama çoğu Japon rōmaji ile yazılmış Japoncayı doğru düzgün okuyamazlar. Bu harflerin okunuşu Türkçe’ye benzer. Birkaç fark vardır, bunlar da aşağıda belirtilmiştir.
ch: ç
sh: ş
j: c
ts: t ile s arası tıslama gibi bir sestir. Eğer bu sesi çıkaramıyorsanız s sesini kullanın. Örneğin tsunami: sunami. Tusunami derseniz Japonlar anlamaz.
su: kelime sonuna gelirse u okunmaz. Desu: des
ou: o uzun okunur
ō: o uzun okunur
ū: u uzun okunur
Meraklısına notlar:
Çince ile Japonca arasında Türkçe ile Arapça’ya benzer bir ilişki vardır. Arapça ile Türkçe iki farklı dil ailesindendir. Arapça, Hami-Sami dillerinden, Türkçe Altay dillerindendir ve yapısal olarak çok farklı dillerdir. Arapça’ya göre oluşmuş olan Arap alfabesi, Türkçe ile yazım için bazı sorunlar çıkarır. Öte yandan, Arapça’dan Türkçe ye çok sayıda sözcük geçmiştir , çünkü din, hukuk, edebiyat alanında Arap kültürünün Türk kültürü üzerinde büyük etkisi vardır. Japonya, denizin ortasında bir adadır ve en yakın büyük kültürel merkez Çin’dir. Japon tarihinin başlangıcından beri Çin’den gelen kültürel etkiler belirgindir. Yazı da Çin’den alınmıştır. Çince, Çin-Tibet dil ailesinden bir dildir. Japonca ise Türkçe’ye benzer sondan eklemeli bir dildir, bazı dilbilimcilere göre Türkçe gibi Altay dil ailesinden, bazı dilbilimcilere göre izole bir dil grubundandır. Çince’de her harf bir hece, aynı zamanda bir kelimedir. Kelime çekimi, son ek yoktur. Örneğin “o yarın gelecek mi” yerine “o yarın gelmek mi” gibi bir ifade kullanılır. Japonlar da yazıyı Çin’den almıştır, ancak Japonca’daki ekleri ifade etme konusunda sorun çıkmıştır. Bundan dolayı, bazı harflerin Çince ses karşılıklarından esinlenerek çekimlerle oluşan sesleri karşılayacak harfler (hiragana) kullanılmaya başlanmıştır. Örneğin, Japonca gitmek “iku” kelimesi ile ifade edilir. Çin alfabesinde de gitmek anlamında bir harf (行) ile yazılır. Gittim “ikimashita” demektir, bunu yazmak için iku 行 (kanji) + ma ま (hiragana) + shi し (hiragana) + ta た (hiragana) şeklinde yazılır (行ました).
Hiragana ve katakana fonetik alfabelerdir, yani her harfin standart bir ses karşılığı vardır ve bu harflerle Japonca her şey yazılabilir. Bundan dolayı Japon çocuklarına ilk önce bu alfabeler öğretilir. Kanji ise liseyi bitirene kadar öğrenilir. Çocuklara toplam 1945, yılda ortalama 160 karakter öğretilir. On iki yaşında bir Japon çocuğu her şeyi yazabilir, ancak harflerin hepsini bilmediği için yetişkinler için hazırlanmış yazıları, örneğin günlük gazeteleri okuyamaz. Bunun için çocuklar için yazılmış kitaplarda hedef yaş grubuna göre ayarlanmış daha basit kanjiler kullanılır. Zor kanjilerle yazılan kelimeler hiragana ile yazılır. Kimi zaman da kanjilerin yanına minik harflerle hiraganalarını yazarlar. Bazı kamuya açık yerlerde, çocukların okuyabilmesi için yazılar hiragana ile veya hem hiragana hem kanji ile yazılır. Örneğin metro istasyonlarında durak isimleri hiragana ile de yazılır.
Kanjileri öğrenmek zordur, çünkü bunlar kolayca karışabilir ve bazıları da yirminin üzerinde çizgiden oluşan karmakarışık yapılardır (Örnek: 朧). Aynı kanji cümledeki yerine göre farklı şekillerde okunabilir (örneğin güneş anlamına gelen 日 hi, bi, nichi ve daha başka şekillerde okunabilir). Öte yandan, bunları öğrenmenin zevkli bir tarafı da vardır, çünkü çoğu kanjiyi oluşturan çizgi gruplarının farklı anlamları vardır ve bunlar bir araya gelerek yeni kavramlar oluştururlar. Örneğin çocuk simgesinin 子 üzerine çatıya benzer bir çizgi grubu geldiğinde 学 öğrenmek anlamına gelen kanji ortaya çıkar. Kadın simgesinin 女 üstünde çatıya benzer başka bir çizgi grubu olduğunda 安 bu da huzurlu anlamına gelir. Kimi zaman aynı çizgi grubundan türetilmiş karakterler farklı anlamlar oluşturur, örneğin 木 ağaç, 林 koruluk, 森 ise orman anlamına gelir. Bunların okunuşu da tamamen farklıdır. Birincisi ki, ikincisi hayashi, üçüncüsü mori diye okunur.
Şehirlerarası ulaşım için en iyi seçenek tren. Birkaç şehirlerarası yolculuk yapacaksanız “Japan Rail Pass” denilen bir-iki veya üç haftalık kartlardan almanız yolculuğunuzu daha ekonomik hale getirecektir. Bu kartlar Japonya’da satılmaz, Japonya dışında bir yerden satın alınması gerekir. Türkçe ayrıntılı bilgiyi http://his-japanrailpass.com/eng/en001.html adresinden edinebilirsiniz. Japonya’da tren seferleri birden fazla özel şirket tarafından yürütülüyor. Bunlardan en büyüğü JR (Japan Railways). Alacağınız kart sadece JR hatlarında geçerli, ancak bu çoğu şehirlerarası treni ve bazı şehiriçi hatları kapsıyor.
Şehirlerarası yolculuk için daha ekonomik bir yol da Willer Express isimli firma tarafından verilen “Japan Bus Pass” almak. Bu kartla pek çok önemli şehre ulaşım sağlanabildiği gibi gece yolculukta uyuyarak otel ücretinden tasarruf etmek mümkün. Japonya dışından satın alınabiliyor. Yılın belli günlerinde kullanılamadığa dikkatinizi çekerim. Detaylı bilgi için: http://willerexpress.com
Japonya’ya her zaman gidilir, ama özellikle kiraz ağaçlarının çiçek açtığı zaman veya yaprakların sarardığı zaman gidilir. Kiraz ağacı çiçeği (sakura) Tokyo ve güneyinde Nisan ayının ilk yarısında görülebilir. Kuzeye çıktıkça çiçeklerin açma tarihi ilerler, ülkenin kuzey ucunda Mayıs ortalarını bulur. Yaprakların sararması (koyo) ülkenin kuzey ucunda ekimin ilk yarısında görülürken, Tokyo ve güneyinde Kasım ortalarından Aralığın ilk günlerine kadar izlenebilir.
İngilizceniz varsa, Japonya ile ilgili detaylı ve güncel bilgiler alabileceğiniz bir web sitesi http://www.japan-guide.com/ özellikle ulaşımla bilgili güzel bilgiler veriliyor.
Japonya’ya gitmeden önce arkadaş edinmek istiyorsanız Google’da “Japanese friend” diye bir tarama yapıp bulacağınız sitelerden arkadaş edinmeyi deneyebilirsiniz. Japonlar İngilizce konuşmaya ve yazışmaya meraklıdır.
Pseudoefedrin ve kodein içeren ilaçların, örneğin Sudafed’in ülkeye sokulması yasak.
Ülkeye her türlü yiyecek sokulması yasak.
Elektrikle çalışan aletler için voltaj ve fiş sorunu var. Dizüstü bilgisayarların adaptörleri Japonya’nın voltajına uyumlu, ancak fişleri prizlere girmiyor. Bunun için adaptör almak gerekiyor.
Türkiye’de kullanılan cep telefonları sistem uyumsuzluğu nedeniyle Japonya’da çalışmıyor.
Birkaç kelime Japonca öğrenmenizde sonsuz fayda var. Büyük şehirlerde ve büyük mağazalarda İngilizce yazılar, hatta İngilizce konuşan birilerini bulmak mümkün, ancak küçük şehir-kasabalarda ve kimi dükkanlarda zaman zaman çaresiz durumlara düşme riski var. Bir Japon İngilizce bilse bile söze Japonca merhaba “Konnichiwa” diye başlamanız bile atmosferi değiştirebilir. Birkaç kelime öğrenmek için “Japonca sık kullanılan ifadeler” sayfasını ziyaret edebilirsiniz.
Lokanta ve kafe türü yerlerde sigara içilen ve içilmeyen yerler farklı. Küçük mekanlarda ve oyun salonlarında her yerde sigara içilebiliyor. Trenlerde sigara içilen vagonlar var. Genellikle ilk vagon ve son vagon.
Valizler için trenlerde yer kısıtlı. İri valizleri ancak her vagonun en arka koltuğunun arkasındaki boşluğa bırakabiliyorsunuz. Şehirlerarası yolculuklarda valizi kargoya vermek sık kullanılan bir seçenek. Bir şehirde konaklamayacaksanız tren istasyonunda valizinizi bırakmak mümkün. Bunun için kullanılan parayla çalışan kilitli çelik dolaplar var, bunlara “coin locker” deniyor. Bu dolaplar küçük (35 x 43 x 57cm), orta (57 x 43 x 57cm) ve büyük boy (117 x 43 x 57cm) olmak üzere üç tip. Bu dolapların anahtarları üzerinde duruyor. Valizinizi yerleştirdikten sonra kapağı kapatıyor ve günlük ücreti bozuk para olarak kapaktaki bozuk para yuvasından ittiriyorsunuz. Uygun miktar parayı gönderdiğinizde anahtar serbestleşiyor ve çıkarıp cebinize koyuyorsunuz. Dolapların ücreti günlük, saat 24.00’ten ertesi gün 24.00’e kadar. Küçük dolap 300 Yen orta 400 Yen ve büyük 500 Yen. Valizinizi bir gece daha bırakırsanız 300 Yen daha ödemeniz gerekiyor. Üç günden sonra dolap istasyon personeli tarafından boşaltılıyor. Dolaplardan büyük boyunun boşunu bulmak zor olabiliyor. Sadece 100 yenlik bozuk paralar ile çalışıyorlar. Japonya’da seyahat planı yaparken kullanılabilecek bir imkan. Trenler çok hızlı olduğu için sabah otelinizden çıkıp başka bir şehre gidip, valiziniz dolaba koyarak akşama kadar gezmek, sonra valiziniz alıp üçüncü bir şehre giderek orada konaklamak mümkün.
Japonya’da her yerde kredi kartı geçmiyor, onun için tedbirli olup nakit para taşımak lazım. Döviz bozdurmak da çok rahat değil. Havaalanlarında döviz büroları var, şehirde ise aramanız gerekiyor. Çoğu banka şubesi döviz bozmuyor. Otellerde döviz bozdurulabiliyor, ama kuru düşük oluyor. ATM’lerden bazılarından para çekilebiliyor. Postanelerdeki ATM’lerden genellikle para çekilebiliyor. Bazı tren istasyonlarında da para veren ATM’ler bulmak mümkün.
Vücudunuzda geniş alanları kaplayan dövmeleriniz varsa hamam, masaj salonu gibi yerlere sizi almayabilirler. Dövme, Japonya’da Yakuza denilen mafya elemanlarına özgü bir özellik ve normal müşteriler dövmeli insanlardan rahatsız olabiliyor.
Japonya’ya özgü bir otel tipi tüp otel veya kapsül otel denilen çok küçük odalı oteller. Bunların odalarında ayakta durmak mümkün değil. Önce soyunma dolaplarının olduğu bölüme gidiyor, size verilen dolabı açıp içinden bir pijama-kimono alıp üstünüzü değiştiriyor, sonra kapsülünüze gidip uyuyorsunuz. Gece birden sonra toplu taşım olmadığı için icat edilen bu otellerin ücreti taksi parasından ucuz. Japonya’ya özgü diğer bir otel tipi ise aşk otelleri (rabu hoteru/love hotel). Saatlik tutulabilen bu otellere yer bulamayan çiftler ve sıkışık mekanlarda rahat edemeyen evli çiftler gidiyor (kiralar çok pahalı olduğu için 30-40 metrekarelik evlerde birkaç kişi yaşayabiliyorlar). Bazı aşk otellerinde resepsiyon memurunu bile görmeden otomatik makinelerden oda tutabiliyorsunuz.
Japonya’da suç oranı düşük. Genel olarak güvenli ama Tokyo’daki Roppongi bölgesinde yabancılara karşı yan kesicilik, kredi kartı dolandırıcılığı, içkisine ilaç katma gibi olaylar nadir değil ve bu bölgede dikkatli olmak gerekiyor.
Japonya’da 5,5 cm’den uzun bıçak taşımak yasak. Hapse atılma nedeni olabilir.
Otobüste yine aynı filmi izledik ve Halep’te indik. Halep, taş binalarıyla meşhur bir kent. Yeni binalar da betonarme yapılsa da üzeri taşla kaplanıyor ve bunların üzeri boyanmıyor. Kentteki tüm binalar krem ve sarının çeşitli tonlarında. Taksiye binerek bizi şehir merkezine götürmesini istedik. Taksici bizi şehir merkezine götürdü ve “Cevahir Otel”e yerleşmemiz konusunda aşırı ısrar etti. Cevahir Otel’den komisyon aldığını, otelin de pek bir şeye benzemediğini tahmin ettim. Taksiden inerek yürüyerek otel aramaya başladık. Çevrede çok sayıda otel vardı, ancak bunlar Sirkeci veya Ulus’taki dökük otellere benziyordu. Bulduğumuz üç yıldızlı Ramses Oteli 110 dolar gibi Suriye için astronomik bir rakam istedi. İkinci bulduğumuz üç yıldızlı otelde oda 50 dolardı ama boş oda yoktu. Bir süre dolaşıp otel bulamadıktan sonra Sirkeci otellerinden en makul görünenine yerleştik, ancak eşyalarımızı bırakıp yine otel aramaya çıktık. Bulduğumuz otellerin hiçbirinde yer yoktu, Sheraton oteline de sormaya cesaret edemedik. Otel aramaktan vazgeçip yemek yemeye karar verdik. Bu arada kiliselerin bolluğundan, temizliğinden ve Ermenice yazılardan hıristiyan mahallesi olduğunu anladığımız bir yere gelmiştik (Aziziyah, Aziziye). Bu semtin ortasında bir alanda parklar, fıskiyeler vardı, bu alanın kenarlarında da iyi görünümlü lokantalar vardı. Süleymaniye caddesine bakan Wanes en kalabalık olanıydı, biz de buraya girip şansımızı deneyelim dedik.
Wanes, hem kafe hem restoran, hem batı hem de Suriye yemekleri yapılan bir yer. Yediğimiz vişneli kebap olağanüstüydü. Vişneler, kabukları ve çekirdekleri ayıklanarak bir sos haline getirilmiş, bir tabağa lavaş parçaları serilmiş, üzerine mangalda pişirilmiş köfteler ve vişne sosu konmuş bir yemek. Türkiye’de yediğim Vişneli kebaptan çok daha lezzetli bir eserdi.
Bunun yanında naneli kebap, yalancı, zahter salatası, kızarmış peynir, fettuş istedik. Zahter, iri yapraklı bir tür kekik. Zahter salatası keskin aromalı, çok beğendiğim bir salata. Wanes’te bu salatanın içinde bol peynir de bulunuyor. Naneli kebap mangalda pişirilmiş iri ve yassı bir köfteydi. Denenmesi gerekmekle birlikte vişneli kebap gibi farklı bir lezzet olduğunu söyleyemem. Izgara peynir, Kıbrıslıların hellim ızgarasına benziyor. Yemek sonrası kahvelerimizi istedik. Halep’te kahveler Şam’daki kadar ağır aromalı değildi. Hesap 12 dolar civarındaydı.
Yemekten sonra yine aynı bölgede kablosuz internet aradık. Bazı kafelerde kablosuz internet olduğunu dizüstünü açarak gördüm, ancak bunlar müşteriye kullanım izni vermiyor, belki de sadece özel müşterilere izin veriyor. Sanıyorum 1-2 yıl sonra gidenler kablosuz internet erişimi olan yerler bulabilecek. Bir yerde oturup kahve içtikten sonra otele gittik. Yine televizyonu kurcaladım, ama bu otelde de Türkçe bir kanal yoktu.
Ertesi gün uyandıktan sonra kahvaltı etmek üzere hristiyan mahallesine gittik. Gördüğümüz bir meyve sucuya girdik ve tezgâhın arkasında duran 15 yaşlarındaki delikanlıya ne istediğimizi söylemeye çalıştık. Arapçadan başka bir dil bilmediği anlaşılan genç, dışarı çıkarak yaşlı bir adam çağırdı. Gelen yaşlı adama İngilizce olarak portakallı muz ve birer peynirli tost istediğimizi söyledik. Adam delikanlıya Arapça bir şeyler söyleyip çıktı. Meyve sularımız ve tostlarımız hazırlandı. Biz kahvaltı yaparken kırk yaşlarında bir adam geldi, o da bir şeyler istedi ve bir sandalyeye oturdu. Biraz sonra konuşmalarımızı duyan adam, “aa siz Türk müsünüz?” diyerek lafa girdi ve bizimle sohbete başladı. Adamın Ermeni olduğunu, bir plastik fabrikası işlettiğini öğrendik. Dışarı çıkarak yan dükkânda olan yaşlı adamı çağırdı ve bak burada Türkler varmış dedi. Yaşlı adam, biraz önce bizimle İngilizce konuşan adamdı, bize “yahu söylesenize ne uğraştırıyorsunuz adamı öyle fan fin fon diye hafif bir fırça attı. Ondan sonra koyu bir sohbet başladı. Yaşlı adamın ailesi 1915 yılında tehcir sırasında Kırıkhan’dan gönderilmiş, Hama yakınlarında bir yerde bir takım kanlı olaylar olmuş, ailesi oradan Halep’e kaçmış. Halep de o sıralar Osmanlı yönetiminde olmakla birlikte sakinmiş, oraya yerleşmişler. Öğrendiğimize göre Halep’te 60-70 bin Emeni nüfus varmış. Biraz sonra adamın yaşlı bir arkadaşı ve damadı gelerek sohbete katıldılar. Damat da bizim yaşlarımızdaydı ve Türkçe konuşuyordu. Yaşlılar Türkçeyi anadili gibi konuşuyordu, ancak bizim yaşıtlarımız biraz zorlanıyordu, ama yine de rahatlıkla sohbet edebilecek kadar konuşabiliyorlardı. Öğrendiğimize göre çoğu ailede hala evde Türkçe konuşuluyormuş. Bunun nedenini anlayamadım. Bu insanlar Türkiye’deki olayları gayet yakından takip ediyordu. Cumhurbaşkanlığı seçimi, 301. madde, Malatya’daki olaylar, ceviz kabuğu programı gibi pek çok konudan söz edildi. 1915’deki olaylarla ilgili olarak bir nefretten çok bir kırgınlık havası vardı. Bu konuda olayların organizatörleri arasında Ermenilerin de olduğu gibi ilginç yorumlar da yapıldı. Bu arada çaylar içildi, yaşlı amca bize Türkiye’de kalıp müslüman olanlar ve olmuş gibi görünenlerle ilgili hikâyeler anlattı, yıllar sonra gelip akrabalarını bulan annesinin kuzenini ve babaları ölene kadar annelerinin Ermeni olduğunu bilmeyen onun çocuklarını anlattı. Bizim nerede kaldığımızı sordular, biz de kötü bir otelde kaldığımızı, çünkü yer bulamadığımızı söyledik. Bize Ermenilerim işlettiği birbirine çok yakın üç oteli tarif ettiler. Otellere gidip baktığımızda, ikisinin bizim de daha önce bulduğumuz ama yer olmayan oteller olduğunu, ama üçüncüsünü fark etmediğimizi gördük. Bu otellerden birisi dört yıldızlı Dar Zamaria (http://www.darzamaria.com), diğeri üç yıldızlı Mandaloun’du. Bu otelleri beğenmiş, ancak yer bulamamıştık. Bu oteller dışında bir de eski bir köşkün restorasyonu ile yapılan House Tourath hoşumuza gitmişti ama burada da yer yoktu (bu son iki otelin de web sayfaları vardı ama Suriyede’ki savaş sırasında bu web sayfaları ortadan kayboldu. Otellerin kendileri yerlerinde duruyor mu bilemiyorum). Üçüncü otel Cilicia (Kilikya) oteliydi, iki yıldızlı, bir zamanlar bir hayli kaliteli olduğu belli olan ama artık bakımsızlıktan dökülmekte olan bir oteldi. Burada boş yer olduğunu öğrendik, gecesi 40 dolardı. Eşyalarımızı önceki otelden alarak buraya yerleştik. Günlerden Cuma olduğu için pek çok yer tatildi. Biz de bu günü Halep Kalesi’ni gezerek değerlendirmeye karar verdik. Bir taksiye binerek Haleb Kal’a dedik ve adam bizi oraya götürdü. Halep Kalesi, gördüğüm en muhteşem ve iyi korunmuş kalelerden birisi. Bunun bir sebebi de Osmanlı’nın son dönemine kadar aktif olarak kullanılması. Kalenin etrafı derin bir hendekle çevrili ve bir tepenin üzerine konumlanmış. İçinde cami, amfitiyatro, çok sayıda bina, bir müze var. Müzeyi de gezdik, ancak müzecilik anlamında içler acısı bir haldeydi. Bundan 25 yıl önce gezdiğim Silifke müzesi bile daha iyiydi diyebilirim. Kale içindeki binaların da restorasyona ihtiyacı var. Aslında Halep içindeki pek çok eski bina son derce bakımsız, hatta bazıları her an yıkılabilir, insan yanlarına yaklaşmaya bile korkuyor.
Halep’te kadınların Şam’a göre daha kapalı olduğu dikkatimizi çekti. Sokaklar daha kirli, binalar daha bakımsızdı, ancak mimari anlamda Halep daha güzeldi. Sokaklarda schwarma, meyve suyu, dondurma, tatlı, peynirli pide ve biberli ekmek gibi hamur işleri yapılan çok sayıda dükkân vardı.
Akşam yemeği için işi riske atmadık, yine Wanes’e gittik. Bu kez senduanat (bumbar), humus, Halep kebabı, yoğurtlu yumurtalı kebap istedik. Bumbarın içi kıyma ve pirinçle yapılmış, iplikle boğum boğum yapılarak pişirilmiş, kabuğu ince, çok lezzetli bir yemekti. Humus ise bu lokantada dört çeşitti, bunlardan tahinli humusu istedik. İçinde kabuğu soyulmuş tüm nohut taneleri de vardı, ekşisi, tuzu tam kıvamındaydı, üzerindeki zeytinyağı çok kaliteliydi, Suriye’deki dördüncü deneyişimizde en nihayet doğru humusu bulmuştuk. Halep kebabı, domatesli, soğanlı, biberli pişirilmiş kıyma idi, aslında garsonun bizi yanlış anlamayıp anlamadığından emin olamadım, ama her neyse yediğimiz şey lezzetliydi. Yoğurtlu yumurtalı kebap ise yoğurtlu beyti’yi andıran çok lezzetli bir yemekti. Yolunuz düşerse yemenizi öneririm.
Sonraki gün, programımızda kapalı çarşı gezisi vardı. Önce bir meyve sucuda kahvaltı yapmaya karar verdik. Çilek, muz ve portakal suyu sıkıp, üzerine fıstık kıyılmış kaymak ile servis yapıldı. Bir taksi tutarak kapalı çarşıya gittik. Şam’da gördüğümüzden çok farklı olmayan, çok sayıda Türk müşterinin alışveriş yaptığı, tekstil ürünleri satan mağazaların çoğunda çat-pat Türkçe konuşanların olduğu bir yer. Burada, kumaştan anlıyorsanız ve iyi pazarlık yapabiliyorsanız karlı bir alışveriş yapmak mümkün. Ancak, pazarlık şart, çünkü örneğin 5 dolar dedikleri bir mal 1 dolara kadar inebiliyor. Güzel takılar da mevcut.
Çarşıda bulduğumuz bir fırından biberli ekmek yedik ama çok tuzluydu. Şam’da yediğimiz daha iyiydi.
Akşam yemeğinde yine Wanes’e gittik. Toshka, domates terbiyeli pirzola, sembusek, babaganuş istedik. Toshka, kıymalı peynirli pide. Pirzola biraz fazla pişmiş olmakla birlikte lezzetliydi. Sembusek, Mardin ve Hatay’da da yapılan bir kıymalı börek, bizim yediğimiz küçük ve yağda kızartılmış bir şekliydi. Bu lokantada naneli limonatanın da çok güzel yapıldığını belirteyim.
Ertesi gün, konuşma için davet edildiğim Halep Üniversitesine gittim. Üniversite, Suriye standartlarına göre bakımlıydı, ancak yine de yeşilliklerin kenarları düzgün olmakla birlikte ortalarında gelincik çiçekleri açacak kadar el değmemişti. Kampüste çok sayıda kız öğrenci vardı ama çoğu kapalı, hatta bazıları peçeliydi. Bunları öğretmenlerinin nasıl tanıyıp da not verdiğini de merak ettim.
Bir saat kadar toplantının yerini aradım, zira enformatik mühendisliğini sorduğum öğrenciler ya İngilizce bilmiyordu, ya da enformatik mühendisliğinin yerini bilmiyorlardı. Sonunda İngilizce bilen bir türbanlı kızla binanın yerini bilen bir türbanlı kızı bir arada yakaladım. Bana fakülteyi kabaca tarif ettiler. Tarif edilen yerde birkaç bina vardı, bunlardan birinin kapı görevlisine giderek elimdeki kâğıtları gösterdim. Suriyeli dostlarımız düşüncesizlik yapıp bize sadece İngilizce bir duyuru göndermişti, adam da tabi bir şey anlamadı ama kâğıdın üstünde Halep Üniversitesinin amblemini görünce ciddi bir şey olduğunu düşünüp beni öğrenci işleri gibi bir yere götürdü. Orada bir kadın kâğıtlara bakıp beni adamla birlikte sekreter gibi birine gönderdi. O da beni alıp büyük bir odaya soktu. Orada 50 yaşlarında profesör tipli bir adam vardı. Pencereden sarkarak bana yolu tarif etti. Kendisine teşekkür ederek ayrıldım. Bu adam mimarlık fakültesinin dekanıymış.
Toplantı programı tekrar düzenlenmiş, saat 13.30’da yemeğe gidebileceğimiz şekilde sıkıştırılmıştı. Toplantıdaki Suriyeli, Alman ve Rus konuşmacılarla birlikte bizi bir minibüse bindirip yemeğe götürdüler. Amerika’dan geri göç eden çok zengin bir Suriyelinin açtığı meşhur ve lüks bir lokantaya gittik. Burada içli köfte (kebbeh, kibbeh), humus, babagannuş, muhammara, beşamel soslu tavuk ve dondurmadan oluşan yemeğimizi yedik. Bu lokantadaki yemekleri yiyince, ne kadar şanslı bir seçim yapıp Wanes’e abone olduğumuzu anladım. Akşam yemeğinde aynı yerde buluşmak üzere sözleşildi, ancak ben toplantıyı kırıp yine Wanes’e gitmeyi tercih edecektim.
Otel resepsiyonuna iyi bir tatlıcı sorduk. Tarif ettiği yerden burma kadayıf aldık, ancak çok beğenmedik. Tatlıcıları inceleyerek iyi olduğunu düşündüğümüz bir yer bulduk. Adı “Abo Al Abed” olan bu dükkânın daha kapısına yaklaşınca tereyağı kokusu burna çarpıyordu. Suriye’de bizim gördüğümüz eldivenle çalışılan tek müesseseydi. Hediyelik tatlılarımızı buradan aldık. Halep’te tatlıcılık çok gelişmiş. Gaziantep’te ve Ankara’daki bazı meşhur tatlıcıların Halep kökenli olduğu biliniyor. Ancak, sıradan tatlıcıların sayısı çok fazla, iyi tatlıcılar da Gaziantep’in iyilerinden daha iyi değil. Gaziantep’te, kuşboku fıstıkla ve Urfa sadeyağla yapılmış bir baklavayla yarışacak baklava az bulunur. Ancak, Halep tatlıcılarının çok önemli bir artı puanı var, şırayı az koymaları. Bu şekilde tatlı hem iç baymıyor, hem de kıyır kıyır oluyor. Benzer yorumları Lübnan baklavaları için de duyuyorum. Şırayı az koymak, maliyeti ciddi şekilde yükselten bir etken, çünkü baklavanın fıstığı ve tereyağı pahalı, hamuru işçiliğinden dolayı pahalı, geriye ucuz olarak su ve şeker kalıyor. Antepli tatlıcılara önerim, nasıl “özel kare” diye bir tür baklavaları varsa, az şekerli bir baklava, örneğin “özel kuru” diye bir tür üretip pahalıya satmaları. Tabii şimdi yaptıkları kuru baklavadan daha az şekerli bir türü kastediyorum. Emin olun bundan iyi kazanacaklardır.
Akşam, yine Wanes’e gittik. Lokantada büyük bir Süryani grup sünnet yemeği yiyordu. Sünnet elbisesi ile ve boynunda haç olan bir oğlan çocuğu ortada dolaşıyordu. Cebimizde kalan surileri de harcamak amacıyla rakı, bira, yiyemeyeceğimiz kadar yiyecek istedik, üstüne kahve ve nargile de istedik ve Suriye rekoru kırdık; hesap 23 dolar geldi. Bu son yemeğimizde önceki hitlerimizden bir seçme yaptık, bir de keshkeh ve kebbeh istedik. Keshkeh, dövülmüş ceviz, süzme yoğurt, kuru nane ve ne olduğunu anlayamadığım çıtırdayan küçük taneler içeren bir meze ve kebbeh içli köfte. İri bir disk şeklinde yapılmış, dörde bölünmüş olarak getirdiler. İçinde çam fıstıkları da olan bu içli köfte oldukça lezzetliydi. Buna Hatay’da sac oruğu dendiğini sanıyorum. İçki içilmesi serbest ama ortalıkta hiç sarhoş-ayyaş görmedik. Rakıya arak diyorlar, bizim rakıya göre daha anasonlu ve içimi daha zor bir rakı.
Ertesi gün valizlerimizi toplayıp garaja gittik. Niyetimiz Antakya’ya gitmekti. Taksi dolmuşla adam başı 10 dolara götürebileceklerini söylediler. Ortalıkta başka müşteri yoktu, şoför ikimizi 30 dolara götürmeyi teklif etti, biz de kabul ettik. Halep-Antakya arası 110 km. Yayladağlı Arap kökenli bir vatandaşımız olan şoförle yola koyulduk (Abdullah Dolgun, 533 7166975). Yol, Gaziantep’e giden yola göre daha bakımlı ve daha sakindi. Sohbet de ederek güzel bir yolculuk yaptık. Suriye ile ilgili kafamıza takılan soruları bu arkadaşa sorduk. Sınır kapısında Suriye tarafı bakımlıydı, Türk tarafında inşaatlar vardı ve uzun TIR kuyrukları gözümüze çarptı. Bu TIR’lar bazen 2-3 gün bekliyormuş, ama şoför inşaat bitince bu sorunun çözüleceğini söyledi. Sınır kapısını geçtikten sonra bir süre sınırdaki dikenli tellerin yanından gittik, sonra Amik Ovası’nın yeşilliklerine kavuştuk. Antakya Otogarı’na vardığımızda burası bize uzay üssü kadar modern göründü. Kendimizi adeta bir zaman yolculuğu yapmış gibi hissettik.
Uçağımıza binmemiz için Adana’ya gitmemiz gerekiyordu. Adana’ya vardığımızda ise birkaç saat vaktimiz vardı. Bu vakti Adana’da yaşayan arkadaşlarımızla birlikte Yüzevler kebapçısını ziyaret ederek değerlendirdik. Böylece bu geziye yakışır bir final yapmış olduk.
Son söz: Bu geziyle ilgili yazamadıklarım yazdıklarımdan çoktur ve daha da önemlisi bazı şeyleri yaşamak gerekmektedir. Suriye, Akdeniz esintileri olan bir Arap ülkesi ve kendine özgü çok yönü var. İnsanları konuksever ve sıcakkanlı, giyim ve davranışlarınıza karşı son derece hoşgörülü, kapkaç gibi adli olaylar yok denecek kadar az. İki sorundan söz edebilirim, birincisi temizlik sorunu. Zengin ve/veya Hıristiyan nüfusun yaşadığı bölgeler derli toplu, diğer yerler bakımsız ve pis. Oteller, lüks lokanta ve kafeler dışında tuvalete gitmek istemeyeceksinizdir, çünkü tuvalette sabun, tuvalet kâğıdı ve hatta sifon bulamayacaksınız. Yiyecekler konusunda da titiz olmanız gerekiyor, sokakta her gördüğünüzü yemekten kaçınmanızı tavsiye ederim. Sokakta, yeni pişmiş şeyleri yemeniz daha güvenlidir. Örneğin, fırından alınmış bir biberli ekmek veya daha sıcaklığını koruyan bir taş kadayıfı. İkinci sorun ise İngilizce sorunu. Bilen çok az, onlar da ancak temel iletişimde bulunabilecek durumda. Neyse ki, özellikle Halep’te Türkçe bilenlere rastlayabiliyorsunuz. Suriye ucuz bir ülke, iki kişi altı gün tatil bize yaptığımız alışverişlerle birlikte 1200 TL’ ye maloldu. Sonuç olarak, temizlik takıntınız yoksa, mutfağa ve değişik kültürlere meraklıysanız görmeniz gereken bir yer. Bir de uyarım var, eğer bir turla gidip bol yıldızlı otellerde kalıp sadece turistik yerleri gezerseniz Suriye’nin ne olduğunu tam olarak anlamayabilirsiniz.
Şam’daki otelimiz, üç yıldızı olan ama bu yıldızları niçin aldığını anlayamadığım bir yerdi. Adı Al Majed olan bu otelin duble odası günlük 33 dolardı ve şehir merkezindeydi. Oda rutubetliydi, penceresi yoktu, yatak pek rahat değildi, duşunda sadece küçük sabunlar vardı fakat temizcene ve sıcak suyu akan bir yerdi. Otele yerleştikten sonra, hemen yemek yemeye çıktık. Gece kulüplerinin olduğu ışıklı bir caddede lüks görünümlü bir lokantaya girdik. Gidip yemeklere baktık, bu sırada aşçılardan birisi ağzıma bir zeytinyağlı yaprak dolması sokuşturdu. Dolma lezzetli, ancak pirincinin fazla pişmesinden dolayı yumuşak kıvamdaydı. Bu yemeğe Suriye’de “yalancı” (yalandzi) deniyor, Türkçe “yalancı dolma” kökeninden gelen bir isim. Daha sonra yediğimiz yalancılar da yumuşak kıvamdaydı, demek ki Suriye’de böyle yapılıyor. İstediğimiz humus, nohut unundan yapılmıştı ve özensizdi. Fettuş (fattoush) peynir, domates, marul, salatalık, nane vs ile yapılan, üzerine kızarmış lavaş parçaları konan bir salata ve çok başarılı değildi. Muhammara da sıradandı. Kebap istedik, şiş köfteye benzer lezzetli bir kebap geldi. Yemeğin üstüne kahve istedik, bol kakuleli sert bir kahve geldi. Hesap olarak da 11-12 dolar civarında bir hesap ödedik. Mutlu ve tok insanlar olarak otele dönüp uyuduk.
Sabah uyandığımızda otel resepsiyonuna şehir merkezini tarif ettirdik. O taraflarda dolaşırken Şam Kapalı Çarşısı’nı bulduk. İstanbul’daki kapalı çarşıya benzeyen, yüksek tavanlı, tamamen gezmek birkaç saat sürecek bir yer. Çarşıdaki çok sayıda dondurmacı dikkatimizi çekti, daha sonra tüm Suriye gezisi boyunca bu dondurmacılardan çok sayıda görecektik. Dondurmalar bol fıstıklı, lezzetli, ancak ahım şahım değildi. Şekerlerin çokluğu dikkat çekiciydi, Şam’ın şekeri lafının nereden geldiği de ortaya çıkmış oldu.
Aslında Suriye’nin toz şeker üretimi pek azmış, başta Türkiye olmak üzere yurtdışından ithal edilirmiş. Devlet şeker ve bazı temel gıda maddelerine sübvansiyon uyguladığı için şeker çok ucuzmuş. Bir iki yıl öncesine kadar Suriye’den Türkiye’ye toz şeker götüren çokmuş, ancak artık gümrük memurları izin vermiyormuş.
Çarşıda beklendiği gibi baharatçılar, giyim eşyaları satanlar, hediyelik eşya satanlar ve envai çeşit satıcı vardı. Giyecekleri janjanlı olması dikkat çekiciydi.
Kadınlar ağır makyajlı ve çok süslüydü. Çoğu kapalı olmasına rağmen, başörtülülerin bile yüzündeki ağır makyaj ve hatta çarşaflarının altındaki topuklu ayakkabılarla salına salına yürüyen kadınlar dikkati çekiyordu. Kot pantolonlar işlemeli ve incik boncukluydu. Nadiren streç pantolonlu veya askılı giyinenler de vardı.
Çarşının içinde ve çevresinde çok sayıda camiye rastladık, ancak bunlardan bir tanesi mutlaka görülmesi gereken bir yerdi; Emeviye (Omayyad) Camii.
Eşim uyanıklık edip uzun kollu bir giysi ve başörtüsü de getirmişti, bu şekilde camiye girmeye çalışırken kapıdaki görevliler tarafından yakalanarak keşiş cübbesine benzer bir şey giydirildi. Daha sonra camiye pantolonlu kadınların da girmesinin yasak olduğunu anladık. Caminin yanındaki Selahaddin Eyyübi Türbesi ve ilk Türk hava şehitlerinin mezarını da ziyaret ettik.
Öğlen yemeğimizi çarşıya komşu bir humusçuda yedik. Humus (hummus) Arapça nohut anlamına geliyor ve Suriye Arapçasında humus anlamına gelen bir sözcük daha varmış ama bunu hatırlayamıyorum. Humus, lavaş ve turşuyla servis edildi. Çok iyi bir humus değildi ama karnımızı doyurdu. Oradan çıkınca, bir tatlıcıda içine lüle kaymak konmuş taş kadayıfı yedik. Tatlı ailesinin başyapıtlarından biriydi. Daha sonra bir daha rastlayamadığımız bu tatlıdan daha çok yemediğimiz için pişman olduk.
Çarşıyı biraz daha gezdikten sonra bir kahveye oturup çay, kahve, nargile içtik. Şam’da bütün kahveler ağır kakule kokuluydu, bir süre sonra baydı. Çay ise çoğu yerde poşet çay olarak veriliyordu. Suriyelilerin nasıl ağır demli Seylan çaylarını sevdiğini bildiğimden bu muhtemelen yeni âdeti anlamakta güçlük çektim. Nargile ise her kahvede, kafede, lokantada mutlaka vardı, hatta parklarda bile nargile servisi yapan adamlar vardı. Bu alışkanlık daha sonra gideceğimiz Halep’te de aynı şekilde yaygındı. Kadınların da nargileye son derece düşkün olduğunu da gözlemledik.
Halka açık tuvaletlerde durum son derece feciydi. Sabun ve tuvalet kâğıdı ve hatta sifon yoktu.
Akşama doğru çarşıdan sıkıldık ve şehir merkezinin başka bölgelerini gezmeye başladık. Bir Puma mağazasına Adidas ve Nike mağazası sorduk, Nike olmadığını söyledi ama bir Adidas mağazası tarif etti. Bu mağazaya giderken Şam’ın Bağdat Caddesi’ne girdiğimizi fark ettik. Her yer lüks giyim mağazalarıyla doluydu. Buralarda gezerken bazı insanlar bizimle Türkçe konuştular. Alışveriş ettiğimiz bir mağazanın sahibi de Süryani çıktı. Çat pat Türkçe konuşuyordu. Pazarlıkla 2000 Suri’ye almaya çalıştığımız bir montu 1900 Suri’ye bize sattı (bu arada ne kadar beceriksiz pazarlıkçılar olduğumuzu herhalde anlamışsınızdır).
Akşam yemeği için kentin en zengin yerinde en lüks görünen restoranı seçtik. Bizimle güçlükle İngilizce konuşabilen bir garson ilgilendi. Halebi (domates soslu kıyma kebap) ve maria (iki ince hamur katmanı arasında kıymalı içten oluşan, mangalda pişmiş bir çeşit lahmacun) yedik. İkisi de mükemmeldi, ancak maria incecik çıtır hamuru ve lezzeti ile unutamayacağım bir yemekti. Yediğimiz humus öncekilere göre daha iyiydi, ama yine mükemmel değildi. Menüdeki anlayamadığım bazı yemekleri garsona sordum, ama verdiği yanıtlardan hiç bir şey anlamadım. Karnımızı doyurup kahvelerimizi içtik ve otelimize gitmek üzere bir taksiciyle pazarlık ettik. Bizden bir dolar istedi (daha sonraki günlerde bunun bile yüksek bir rakam olduğunu anlayacaktım).
Otele gittiğimizde biraz televizyonu kurcaladım. Nilsat isimli bir uyduya ayarlıydı, 140 kanal çıkıyordu, bunların içinde Fransız ve İngiliz kanalları, Iraktaki Kürt ve Türkmen kanalları vardı ama Türkiye’ye ait bir kanal yoktu. İnternetle de bir ilişkimiz olmadığından Türkiye’de ne olup bittiğinden haberimiz yoktu. Ertesi gün öğlene doğru Şam’dan ayrılıp Halep’e gitmeye karar verdik. Sabah kahvaltısını bir meyve sucuda yaptık. Taze sıkılmış çilek, muz ve portakal sularından bir kokteyl ve falafel istedim. Falafel, nohut ve/veya baklanın baharatlarla köfte haline getirilip kızartılması ile yapılan bir yiyecek. Genellikle domates, marul, turşu vb ile lavaşa sarılarak yenir. Mısır kökenlidir, tüm ortadoğuda ve Arapların girdiği her batı şehrinde yaygın olarak satılır. En güzel İsrail’de yapıldığı söylenir. Benim yediğimde haşlanmış bulgur da vardı. Muhtemelen kızartma yağının eskimişliğinden dolayı hafif mide bozukluğu yaptı.
Kahvaltıdan sonra bir-iki saat daha şehri gezdik, bu arada peşimize iyi Türkçe konuşan Kürt ayakkabı boyacıları takılıp para istediler. Bir tanesi hayli yapışkandı ve beni kızdırmayı başardı.
Otele dönüp toplandık ve otelin önündeki taksiciye “bus station” dedik. 300 Suri’ye götüreceğini söyledi. Bunun üzerine ana yola çıkıp bir taksi bulduk, bizi yüz Suri’ye götürdü. Yine Zeytuni firmasından bilet aldık ve otobüs saatini beklemeye başladık. Şam otogarı, hayatımda gördüğüm en sefil otogardı. Yerler pislik ve toz doluydu, binalar dökülüyordu. Beklerken bir çay içtim, eşim çay bile içmeye çekindi.
Halep Üniversitesinde bir konuşma için davet edildim. Uzun süredir mutfak kültürünü incelemek için Suriye’ye gitmek istiyordum. Mevsimin de bir Suriye gezisi için uygun olması nedeni ile eşim ile birlikte bir haftalık bir gezi yapmaya karar verdik.
Suriye yeşil pasaportlular da dâhil, Türk vatandaşlarından vize istiyordu (2010 yılından itibaren Türk vatandaşlarına vize kalktı). Ankara’da büyükelçilik, İstanbul ve Gaziantep’te konsolosluklardan vize alınabiliyor. Bizim oturduğumuz yer Antalya olduğu için Ankara ve Gaziantep’ten vize alabileceğimiz söylendi. Suriye’ye ulaşmak için başlıca üç yol var. Birincisi, İstanbul-Şam arasında uçmak, ikincisi Gaziantep’ten karayolu ile girmek, üçüncüsü ise Antakya’dan karayolu ile girmek. Biz Gaziantep’ten vize alarak buradan karayolu ile girmeyi tercih ettik. 23 Nisan gecesi Gaziantep’te Konsolosluğa çok yakın olan Nil Otel’de kalıp sabah hemen konsolosluğa gittik. Vize için başvuru 8-11 arasında yapılıyordu. Konsolosluğa giderken bir delikanlı 5 TL karşılığında vize formlarını doldurabileceğini söyledi. Bizi bir büroya götürüp çay ikram etti. Biz çaylarımızı içerken formları doldurdu. Sonra da başvurularımızın sadece eşim tarafından yapılmasının daha az vaktimizi alacağını söyledi, zira konsolosluğun önünde iki kuyruk vardı, biri erkekler, diğeri de kadınların kuyruğu. Erkek kuyruğunda 50-60 kişi varken, kadın kuyruğunda 3-4 kişi vardı. Eşim kuyruğa girerek belgeleri teslim etti ve gezmeye çıktık. Pasaportları saat 2’de alacağımız söylendi. Öğlen yemeğine kadar gezdikten sonra öğlen İmam Çağdaş’a gittik. Mevsim gereği keme kebabı olduğunu öğrendim ve ilk kez keme yeme imkânım oldu. Lezzetli, ancak sık sık yeme ihtiyacı duyacağım kadar da eşsiz bir şey değil.
Saat 2’de pasaportlarımızı almaya gittik. Pasaportları bir izdiham içinde yüksek sesle isimleri okuyarak dağıtıyorlar. Bir saatlik bir mücadeleden sonra pasaportlarımızı alabildik. Konsolosluğun çevresinde dolmuş taksiler Halep’e yolcu taşımak üzere bekleşiyorlardı. Bir tanesi ile anlaştık, Suriyeli, Türkçeyi çat pat konuşan bir Arap şoförün taksisine bindik. Halep’e adam başı 20 TL’ ye götürüyordu. Yol arkadaşlarımız, Ceylanpınarlı Kürt bir üniversite öğrencisi ve Özbek bir Doktordu. Üniversite öğrencisi olan yol arkadaşımız, Suriye’de yaşayan akrabalarını ve Suriye vatandaşı olan nişanlısını görmeye gittiğini söyledi. Diğer yol arkadaşımızın niye gittiğini pek anlayamadık, zira ertesi gün sabah onda geri döneceğini söyledi. Halep’in çok tozlu ve pis bir yer olduğunu, orada yemek yemeye korktuğunu, yiyeceklerini yanında götürdüğünü söyledi.
Antep-Halep arası 120 km. Sürekli uyuklayan ve sürekli hatalı sollama yapan şoförümüzle tuhaf bir yolculuk yaptık. Öncüpınar sınır kapısından girdik. Suriye tarafında Esat’ların resimleri ve perişanlık hemen gözümüze çarptı. Baba-oğul Esatların resimleri ve Baba Esat’ın heykelleri bütün Suriye seyahati boyunca en çok gördüğümüz figürler oldu. Sınır kapısını geçince, bir Arap ülkesi için hayal etmediğimiz yeşillik, tarım alanları ve zeytinliklerle dolu bir bölgeden geçtik. Yol iki şeritli asfalt, bakımsızdı.
Halep’ten hemen Şam’a gitmeye karar vermiştik, onun için şoförümüze bizi otobüs terminaline bırakmasını söyledik. Öğrenci arkadaşımız da Şam’a gideceği için beraber bilet almaya gittik. Akrabaları ona Zeytouni firmasından bilet almasını söylemişler, biz de öyle yaptık. Bilet fiyatı 125 suriydi (50 suri=1 dolar). Halep Şam arası uçakların da 25 dolar olduğu söylendi. Otobüs saatini beklerken, bir adam gelip Türk olup olmadığımı sordu. Sonra da kırık bir İngilizce ile kendisinin Suriyeli bir Kürt olduğunu, Apo’yu çok sevdiğini söyledi, sonra da gitti. Dört saatlik bir otobüs yolculuğu yaptık. Otobüste kaymaklı bisküvi ve antibakteriyel jel ikram ettiler. Modern ve konforlu bir otobüstü. Televizyonda Suriye yapımı bir romantik komedi gösterdiler. Suriye’nin Cem Yılmaz’ı olduğunu tahmin ettiğim bir oyuncunun filmiydi. Bu genç, vaktini bilgisayarda vurdulu kırdılı oyunlar oynayarak geçiren, işsiz ve işe yaramaz olduğu için sürekli babasından fırça yiyen bir delikanlıdır. Sonra babasının yanında çalıştığı zengin adamın kızı için bir koruma aradığını öğrenir. Çelimsiz bir delikanlı olmasına rağmen bir yolunu bularak bu işe girer. Daha sonra aklının ve şansının yardımı ile işler yolunda gider, bir yandan da kıza âşık olur, film böyle devam eder. Seyri hoş, kurgusu ve oyunculuğu düzgün bir filmdi. Daha sonraki günlerde, Suriye’de televizyonculuk, grafik, resim, reklâm alanlarında ülke performansı ile uyumsuz bir iyilik hali olduğunu gördük. Şam otogarında indik. Öğrenci yol arkadaşımızın Türkçe bilmeyen bir akrabası bizi taksiye bindirdi, bizim adımıza pazarlık yaptı ve bizi bir otele gönderdi. Bu arada öğrenci yol arkadaşımızın da Arapça bilmediğini ve akrabaları ve nişanlısı ile Kürtçe konuştuğunu belirteyim.